Sivri Uçlu ikinci webinar'ımızın ardından
Marc Andreessen’in “It’s Time To Build” makalesini mercek altına yatırdığımız ilk yayınımızın ardından, ikinci webinar’imiz Paymentwall’un San Francisco ofisinin çatı katında, kurucusu ve benim yakın arkadaşım olan Onur Günday’ın da katılımıyla gerçekleşti. Güneşli bir San Francisco öğleninde gerçekleşen bu toplantı tam anlamıyla “keyifli” idi diyemeyeceğim, çünkü epey hararetli geçti. Ama değerli ve farklı görüşlerin çarpıştığı bir toplantı olması anlamında bence ilgi çekici idi. Nitekim toplantı sırasında Twitter ve özel mesajlarla aldığımız tepkiler de bunu doğrular nitelikte :) Herkese bizi yalnız bırakmadıkları için, teşekkür ediyorum.
Çok uzatmadan ilgilenenler için bu iki saatlik toplantının videosunu aşağıda yayınlıyoruz:
Kısaca özetlemek gerekirse; Onur Türkiye’nin yurt dışında en başarılı olmuş teknoloji firmalarından Paymentwall’un kurucusu. Kendisi “underrated” bir isim, yani basında hak ettiği ilgiyi görmüyor ve görünmeye meraklı da değil; ama CEO’lüğünü üstlendiği şirket dünya çapında Mısır’dan Hindistan’a, Çin’den Almanya’ya 15’ten fazla ülkeden 300’e yakın çalışanıyla Tencent gibi dünya devlerinin küresel ödeme işlemlerini kolaylaştırma görevini üstleniyor ve onlarca milyon dolarlık bir değer yaratmış vaziyette. Kendisi de bir Mekteb-i Sultanı (Galatasaray Lisesi) mezunu olan Onur kardeşim (lise tabiriyle, ağabeyim, çünkü üst devre) bu başarısını şahsına münhasır kişiliğine de borçlu. Sivri dilli ve düşündüklerini filtrelemeden söylemeye alışmış Onur, bu programda da ters açı fikirleri ve pozisyonuyla bizleri düşünmeye itti.
Toplantıya gelecek olursak;
Benim şahsen ilk dikkat çekmek istediğim konu TOBB, yani ulusal otomobil mevzusu idi. Benim pozisyonum orda Türkiye’nin elektrikli otomobil üretmeye çalışırken aynı zamanda bor madeni ile ilgili çalışan araçlara da bakması gerektiği; çünkü günün sonunda otomobillerin yarattığı katma değer, o araçların gitmesi için gereken enerjinin değerinin çok altında. Örneklemek gerekirse; bugün sadece Saudi Aramco adlı enerji şirketi tarihi düşük petrol fiyatlarına rağmen 1.5 **Trilyon** Dolar pazar değerlemesindeyken, dünyanın en büyük üç otomobil üreticisi VW, Toyota ve Hyundai (pazarda adını bildiğiniz, bilmediğiniz hemen hemen bütün markaları kontrol ediyorlar) toplam pazar değerlemeleri 400 **Milyar** Doları aşmıyor. Nedeni ise basit; siz bir Skoda otomobil aldığınızda yüksekçe bir miktar ödüyor olabilirsiniz, ama orda çok ufak bir marj VW firmasına kalıyor; öyle ki sadece bir ton saf alüminyumun (araba ağırlığı kadar) fiyatı dahi aslında arabaya ödediğiniz on binlerce dolarlık fiyatın önemli kısmını kapsadığını görürsünüz. Dolayısıyla neden milli otomobilimiz milli temiz madenimiz borla çalışmasın ki? Bor’un %98’i Türkiye’den çıkıyor. İlgilenenler Tom Blees’in 2008 tarihli “Prescription for the Planet” kitabını okumaya davet ediyorum.
Bu noktada bir diğer bakmamız gereken örnek, Hindistan. 1950’lerin başında nükleer enerjinin önemini farkeden Hindistan hükümeti, geniş topraklarında çok ufak miktarda uranyumun olduğunu, buna karşın dünyadaki thorium rezervlerinin %25’inin kendisinde olduğunu farketti. Bunun üzerine, bilimsel araştırmalarını o güne kadar geçerliliğini kanıtlamış uranyum reaktörlerine yöneltmek yerine “thorium kullanarak bu enerjiyi nasıl üretirim” sorusuna yönlendirdi ve sonuç yirmi-otuz sene içinde Hindistan’ın kendi kendine yeten dışa bağımlılığı sıfır bir nükleer güç olması oldu. Burdan çıkartılacak ders; teknoloji ve doğal kaynaklar el ele ilerlemesi gereken gelişmeler, ve teknostrateji de işte tam bu noktada devreye giriyor. 1950’lerin thorium projesinin mimarı Homi Bhabha bugün Hindistan’da bir Gandhi olmasa da en saygı ile anılan isimlerden ve Hindistan da, Jeff Bezos’un itiraf ettiği gibi, önümüzdeki yüzyılın Çin’in dahi önüne geçmesi muhtemel süper güçlerinden.
Otomobil noktasında bir diğer konuşmadan geçemediğim konu da Saab fikri haklarının satın alınmasıydı. Büyük oranda bugün heba olan o proje, neden açık kaynak yapılıp kamunun faydasına açılmıyor fikrini öne sürdüm. Bu Türkiye’nin THY ile son hız ilerleyen pozitif PR çalışmalarına da hız katabilir maliyetsiz bir adım olacaktır.
Diğer dokunmak istediğimiz ama zaman ayıramadığımız konular; telekom eliyle ilerleyen milli işletim sistemi, sosyal ağ, klavye projeleri oldu. Bu noktada benim görüşüm, birebir kopya ürünler yaratmak yerine (misal: Whatsapp klonu Bip) daha yerel dikeye özelleşmiş ürünlerin; örneğin komşuluk üzerine yoğunlaşmış bir Nextdoor benzerinin Türkiye’de itilmesi gerektiği yönünde idi. Öylesi bir sosyal ağ, altın günleri ve halı saha maçları gibi bize özel deneyimleri zenginleştirerek yerelde popülerleşmesi ve verinin Türkiye içinde kalması sağlanabilecektir.
Fırat bu noktada benim eski projem Turkix’i hatırlattı bizlere. Turkix, evet, iyi niyetli bir projeydi ama Türkix’ten ziyade etkili olan teknostratejik milli işletim sistemi projemiz Pardus olmuştu. Burada Onur bu projelerin gereksiz olduğu yönünde fikrini beyan ederek konuşmanın seyrini farkı bir yöne çekmeye başlarken ben de ona İran’daki Stuxnet saldırılarını anımsattım. Keza Stuxnet, ulusal bir işletim sistemi yerine Cisco’nun, Microsoft’un kapalı işletim sistemlerinin hakim olduğu devlet daireleri ve ordularda sabotajın ne kadar mümkün olduğuna dair çok açık bir örnek konumunda. Söz konusu saldırı Iran’in ulusal hedeflerini senelerce ötelemeyi başardı.
Fırat’a da soğuk terler döktürdüğüne şahit olduğum, Onur’un karşıt görüşlerine gelecek olursak… Genel anlamıyla Onur kötümser. Sorunların özünde Türkiye’nin farklılıklara tolerans göstermeyen kültürel yapısının, düşük İngilizce okur-yazarlık oranının (ki İngilizce argümanina katılıyorum, dünyayla daha entegre olmamız lazım), ve kötü yönetimin yattığı düşüncesinde. Üstelik, Azerbaycan ve yurtdışı diasporasıyla toplam nüfusunu 100 milyonu geçmeyecek Türkiye’nin ulusal projeler peşinde koşmasının da anlamsız olduğu görüşünde.
Elbette Onur’un negatif bakış açısında kendisinin Türkiye ve özellikle Galatasaray Lisesi yıllarında maruz kaldığı kötü muamelelerin, deneyimlerin etkisi olabilir, ancak Onur’un da söylediklerinden ders çıkartılması gereken noktalar var. Yüz milyonluk bir nüfus gerçekten de ulusal bazı projeleri besleyemeyecek bir sayı; ancak özellikle artan Çin-ABD rekabetinden faydalanarak, çeşitli ortaklıklarla, çok kritik konumdaki Orta Asya’daki etki gücümüzü arttırabilirsek Peter Zeihan’ın da “Disunited Nations: The Scramble for Power in an Ungoverned World” kitabında bahsettiği gibi kartların yeniden karıldığı önümüzdeki yüzyılın önemli ülkelerinden biri olmamız işten bile olmaz. Kaldı ki, Türk dizilerinin de kanıtladığı üzere, Türkiye’nin etki alanı sadece bu coğrafyaları değil, aynı zamanda Orta Doğu’da hemen hemen her noktayı da kapsayabilir nitelikte. Dolayısıyla aslen çok daha büyük bir nüfustan bahsediyoruz ve kaya gazının keşfiyle Orta Doğu’dan çekilme stratejisi izleyen bir ABD ile, ilişkilerimizi bozmadan da , bu bölgede yaratabileceğimiz etki büyük.
Onur’un da altını çizdiği üzere, Türkiye’de son on yirmi senede, hatta yüz senede, bazı yanlış politikaların izlendiği su götürmez bir gerçek. Somutlaştırmak gerekirse, betona para gömmek, Suriye’nin yeniden inşaası üzerinden bir ekonomik model projekte etmek doğru adımlar değildi. Ancak girişimcilik böyle birşey! Evet, tekstil son otuz senede Çin’in yükselişiyle Türkiye’de ölmeye yüz tutmuş bir sektör, ama sağlık turizmi de son on senede inanılmaz canlandı veya sanat ihracatında (diziler gibi) Dünya’da ABD’den sonra iki numara olduğumuz konuşuluyor. Mobil oyunlardaki küresel başarımız da cabası. Bence Türkiye’deki girişimcilerimizin pesimist olmaları için neden yok. Winston Churchill’in dediği gibi, “kötümserler her fırsatta bir zorluk görür, iyimserler ise her zorlukta bir fırsat bulur”. Önümüze bakmak ve hem küresel projelerle hem de yerele hizmet ederek ilerlememiz lazım.
Tam bu noktada Fırat’ın kitabı Geleceği Görenler de güzel bir sentez niteliği taşıyor. Orda yerelde başarılı olmuş ve/veya önemli mihenk taşlarına imza atmış projelerin yanısıra küresel hırsları olan Grou.ps’a da yer verilmiş olması önemli bir incelikti. Geniş bir nüfusumuz var; herkesin kendi ilgi ve yeteneklerine göre tutkulu olduğu bir alanda köşe kapmaya çalışması yeterli olacaktır. Hem kendi epik ve dolu bir yaşam yaşayacak, üretime katkıda bulunacak, hem de gelecek nesillerin önü açılacaktır.
Son olarak; bu sivri dilli konuğumuza gösterdiği sabırdan ve uzlaştırıcı tavrından ötürü Fırat’a burdan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Firat’ın ulusal teknostratejik damarını bilirim, o yüzden bu yayınları özellikle kendisiyle yapmak istemiştim; ama Onur gibi karşıt görüşlü bir konuğa karşı gösterdiği nazik tavır çok olgun oldu. Onur’un eleştirilerini dinleyip, onu bir çözüm üretmeye davet etmeye çalışması göz kamaştırıcı bir ustalıkta idi. Samimi düşüncem; ülkemizin Fırat gibi girişimcilik ruhlu yayımcı düşünürlere çok ihtiyacı olduğu yönünde. Bu vesileyle, kendisiyle daha nice yayın ve kitaplarda beraber çalışmak ümidimi de burdan yinelemek isterim.
Sizlere de önümüzdeki webinar’lar da konunun bu kadar dağılmasına izin vermeyeceğimize söz veriyoruz! Hafızam beni yanıltmıyorsa (çünkü artık beynim sulanmıştı), bir ara Ermeni Meselesi bile konuşuldu :) Bu iyi bir deneyim oldu. Daha az bizim konuştuğumuz ve daha fazla tartışmanın döndüğü bir formatta tekrar görüşmek üzere…
—
Emre